22 Aralık 2012 Cumartesi

Müzik ve Meditasyon Dolu Dün Gece'den...


Dün gece  kış dönümü satsang'ımız vardı. 
Samimi, sevgi dolu, sıcacık bir geceydi...

Sanskritçe'de, "sat" gerçeklik, "sangha" topluluk anlamına geliyor. "Satsang", bizim müzikli meditasyon gecelerimize verilen ad. Yani gerçeğin huzurunda toplanmak... Müzik yoluyla dertleşmek bir nevi...
Satsang müzikleri (aslında özellikle Ata ve Merve çift gitar biraraya geldi mi) sadece insanın ruhuna dokunmuyor; aynı zamanda dinleyenleri huzur dolu bir varoluşa, başka bir gezegene taşıyorlar.. Dünya çapında Art of Living satsanglarına katıldım ama bu ikiliden aldığım tadı hiçbir yerde almıyorum. Onların satsangında aşk var, hasret, dua, şefkat, sonsuz bir özlem  var. İnsanın ruhu doyuyor. Şifa gibi...

Dün akşam da öyle bir geceydi işte...İhya olduk.
Bir dahaki sefere sizi de bekleriz! :) 


- - - 

Dün gece, birçoğumuzda olduğu gibi, bende de bazı duygu düğmelerine bastı.
Onlar çaldı, benim ruhum aklandı, gözümden yaşlar süzülürken içimden ince ince dereler aktı...

Hepimiz ağır abi/abla maskelerimizin altında ne kadar hassasız aslında. 

Kazsan kim bilir neler çıkar  içlerimizden.. Hepimizin ne düşmüş kırılmış düşleri var... Ne söylenmemiş sözleri... Ne halı altı, unutulmuş canacıları...

Çoğu, bize bahşedilmiş unutkanlık perdesiyle örtülmüş, günlük hayatımıza karışmıyor. Arasıra, öylesine, orda burda çalan bir melodiyle hortluyorlar...

Çaktırmadan pek bir kırılganız. Ve hepimiz azıcık şefkat, anlayış ve bağra basılma arayışında... Bu arayış ve bulamayış bizi agressif yapan ya...

Sting'in dediği gibi: 

"On and on the rain will fall
Like tears from a star like tears from a star
On and on the rain will say
How fragile we are how fragile we are"

Bir de Ata ve Merve'nin birlikte söyleyerek bizi dün ihya ettiği Leonard Cohen "Famous Blues Rain Coat" bende en çok bu duyguları uyandıran 2 parça 

16 Aralık 2012 Pazar

“Farkındalığınıza yatırım yapın. Çünkü bu dünyadan götürebileceğiniz tek şey o.”



Geçen gün Çağrı’ların (eşim) bir aile dostuyla oturduk, sohbet ediyoruz. Nuri Abi, kendisi  avukat. İlk defa Nuri abiyle, bundan 5 sene önce, Etiler’de Çağrı’nın ofisinde tanışmıştım. O zamanlar bana mesleğimi ve neler yaptığımı sormuştu. Ben de uluslararası bir vakfın Türkiye temsilciliğini yaptığımı söylemiştim. Genellikle, ilgi gösterildiği zaman şakımaya başlarım ben. Yoksa, yaptığım işle ilgili nadirdir konuştuğum. “Hangi vakıf bu?” demişti. Ben de “Art of Living, Yaşama Sanatı Vakfı, Birleşmiş Milletler’in danışmanlık statüsünde büyük bir STK demiştim. “Neler yapıyorsunuz peki? diye sormaya devam etmişti ve benim dilimin düğümünü çözmüştü, şimdi hatırlıyorum. “Nefes, yoga ve stres yönetimi üzerine çalışmalarımız var. Gönüllü bazlı bir kuruluş. Bütünsel sağlığı korumak, bağışıklık sistemini güçlendirmek, daha mutlu ve neşeli bir hayatı benimsemek, olumsuz duygu ve düşüncelerle başa çıkabilmek üzerine pek çok atölyelerimiz var.”

O’nun bu ilgisi o zaman da çok hoşuma gitmişti. Çoğu kişi böyle detaylı sormaz ne iş yaptığımı. Konuya yabancıysa, öyle kalmayı yeğler, aşinaysa da nasıl olsa bildiğini düşünür, sormaz. Gazeteci dostlarım hariç, pek enderdir böyle detaylı soran. Yaptığım işi anlatmak, daha doğrusu paylaşmak, en çok sevdiğim konu başlıklarından biri. İlgilenilmeyince konuşmamamın sebebi, birşey gazlıyor gibi görünmek istememem. Yoksa o kadar çok istiyorum ki, herkes kendi zihninin yolunu yordamını öğrensin, sevinç ve huzur dolsun…

Bu seferki karşılaşmamızda da Nuri abi neler yaptığımı sordu. Ben de, aslında ne kadar alakadar olduğunu unutmuşluğumla, üstünkörü “gayet iyi gidiyor, çok şükür” diye yanıtladım gülümseyerek ve samimiyetle. “Ee, hala kurslara devam mı? Keyif alıyor musun?” diye sordu. Biraz şaşırdım, biraz da heyecanlandım. “Tabii, devam, yoga, nefes, meditasyon programları, hem de çok keyif alıyorum, nasıl almam?! Katılımcılar büyük bir neşeyle ayrılıyorlar. Hatta şimdi firmalarda öğle arası yoga ve meditasyon yaptırıyorum. Yurtdışında çok yaygın bu, pek çok firma çalışanlarına yoga ve meditasyon yaptırıyor. Verimi, odaklılığı, enerjiyi son derece arttırıyor. Sonra "Mutlu Mutfak" adında sağlıklı beslenme atölyeleri düzenliyorum. Bir de teke tek seanslar (yaşam koçluğu) yapıyorum.” “Aaa, ne kadar güzel! Yaşam koçluğunu da duydum”, dedi “nasıl oluyor yani şimdi?” ve sohbetimiz başladı…

-       Yaşam koçluğu danışmanlık gibi değil. Biz soruları soruyoruz sadece… 

-       Ama şimdi, ben sana geliyorum, belli de bir para ödüyorum. E senin bana bir danışmanlık vermen, beni rahatlatman, sorularıma yanıt bulmamı sağlaman gerekmiyor mu? 

-       Dikkat edin, arkadaş sohbetlerinde hep size kendi deneyimlerinden tavsiyeler verirler. Hep yanlı ve yargılı dinler, size ne yapmanız gerektiğini söyler, neyi yapıp yapamayacağınıza onlar karar verirler. Oysa yaşam koçunuz sizi yargısızca dinler ve neyi nasıl yapmanız gerektiğiyle ilgili tavsiye vermek yerine, size öyle sorular sorar ki, cevapları kendiniz, içinizde bulursunuz. Ve dönüşümsel bir sürece girersiniz.

-       Peki hangi yaştan gelen oluyor en çok? 
-       Valla her yaştan var… Bu işin öneminin farkında olan herkes geliyor. 

-       Sen en çok hangisinden keyif alıyorsun? Grup çalışmaları mı bireysel seanslar mı?

-    Valla her kursun tadı farklı..Hepsi çok güzel. Zaten bana sorarsanız Art of Living 1. Bölüm programını tamamlamak ve Sudarshan Kriya nefes tekniğini öğrenmek en büyük öncelik. Bu 16 saatlik kurstan herkes neşe ve coşku dolarak, unuttukları pek çok şeyi hatırlamış şekilde ayrılıyorlar. Art of Living’in Yoga kursundan sonra yumoşla yıkanmış gibi huzur dolmuş, meditasyona inisiye olduktan sonra da odaklı ve güçlenmiş oluyorlar. İşin en güzel kısmı da, evde uygulayabilecekleri şekilde teknikleri öğreniyorlar. Bu teknikler bağışıklık sistemini destekliyor ve sağlık üstünde pekçok faydaları var.

Koçluk seanslarından ise neye ihtiyaçları varsa o konuda netleşmiş ve cevaplarını bulup, atacakları adımları belirlemiş olarak çıkıyorlar. Bence herkesin bir yaşam koçuna veya karşısında ona ayna tutan, onu hükümsüzce dinleyen birine ihtiyacı var. Böyle biri, tüm kafa karışıklığını netleştirebilir ve onu özgür kılabilir. Bizi alıkoyan döngülerden kurtuldukça özgürleşmeye ve ilerlemeye başlıyoruz…

-       Peki sen berbat bir gün geçirdin diyelim, trafikte kaldın, canın sıkkın. O mahkeme duvarı gibi suratla nasıl insanları rahatlatıyorsun? Benim başıma geliyor da ondan soruyorum. 

-       (Gülüyorum) Bana çoğu zaman “nasılsın?” diye sorduklarında, cevabım “mesleğim gereği iyi olmak, benim sorumluluğum” oluyor. Herşeyin bir bedeli var. Ödemeye razı olursanız, istediğiniz çoğu şeye ulaşabilirsiniz. Ben her sabah “iyilik halim” için saaat 6.30’da kalkıyorum. 1 saat yogamı yapıyorum, güneşi selamlıyorum. Yaşadığım hayat, aldığım her nefes için şükrediyorum.  Sonra 1 saat nefes egzersizlerimi ve meditasyonumu yapıyorum. Yani öğrettiğim her şeyi kelimesi kelimesine uyguluyorum. Özbilgisiyle haşır neşir oluyorum. Düzenli masaja gidiyorum ve spor yapıyorum, bol su içiyorum, sağlıklı besleniyorum. Akşam yine yoga ve  meditasyonumu yapıyorum. Yatmadan önce kendimi gözden geçiriyorum, düzeltmem&geliştirmem gereken yönlerimi farkediyorum. Zaten ben size birşey söyleyeyim mi, bunları yaptın mı, iyilik hali kaçınılmaz zaten... 

Sen çok yaşa Nuri Abi! Bana resmen terapi uyguladı. Anlattıkça rahatladım sanki...
Çok keyif aldım, çok!...


15 Aralık 2012 Cumartesi

Mor Orkide


Dün akşam biricik kayınvalidemin doğumgununü kutlamaya gittik. Ona ben "İnci" diye hitap ediyorum, ismiyle. İnci gibi, tertemiz çünkü. Çağrı'yla beni hiç ayırmaz.

Kayınpederim (kayınvalide-kayınpeder biraz garip oluyor konu onlar olunca, onları tanıyanlar ne demek istediğimi anlamışlardır, yabancılaşmaya izin vermeyen insanlar ikisi de. Ev gibiler.)


Engin İnci'ye devasa bir orkide (sürpriz) hediye etti. Fotoğrafı aşağıda, mor orkide, dekorasyonun bir parçası gibi görünüyor ama değil. :)


Bu hediye beni neden o kadar etkiledi bilemiyorum. Sanırım "Engin'in İnci'ye beslediği sevgi çiçek olsa, bu olurdu!" dediğim için...


Bir erkek olarak, bence tüm erkeklerin örnek alması gereken yanları var, şöyle;


- Sabahları kalkar, çayı demler,   kahvaltıyı hazırlar. Ev temizliğine de yardım eder. Hiçbir sorumluluktan kaçmaz.


-İnci'nin gözlerinin içine yıllar sonra bile hala aşkla bakar.


-Jestler, sürprizler yapar.


-Kalp kırmaz. Tam bir centilmendir.


-Çok cömert, düşünceli, dürüst ve merhametledir.

-Son derece duyarlıdır.  

-İhtiyaç olduğu anda oradadır. Anneanneye koşar, bize koşar, dostlarına, hatta onların çocuklarına bile koşar, herkese yetişir.


Bence insanların verdikleri hediyeler, karakterlerinin birer yansıması. 

İşte bu devasa orkide, bana bunları hatırlattı...

 

14 Aralık 2012 Cuma

Tasarım Bienali



"Tasarım Bienali" beni 12'den vurdu diyebilirim. 
Herşeyin bize dayatıldığı gibi olmadığını, bambaşka alternatiflerin de olduğunu iliklerime kadar yeniden hissettim.  Sonra da eve gelip "Fight Club"ı tekrar seyrettim. :)
 
Galata Rum Okulu tarafındaki bienalin konusu "Adhokrasi", yani bürokratik yapının tam tersi bir yapı. Bir diğer anlamda, "Sürdürülebilir ve Kendi Kendine Yeten Yaşam". Fabrika çıktısı değil, "ev yapımı" bir hayat tasarımı... Sağolsun biricik arkadaşımız Jazmin bize rehberlik etti. Hatta o, bu bienali öylesine benimsemiş ki, ayrılırlen sanki kendi buluşlarını anlatmış gibi, "beğendiniz mi?" diye sordu. Çok tatlıydı! :)

Örneğin, bir grup Ohio'lu çiftçi 27.000 dolara traktör almak yerine, 9.000 dolara kendileri yapıyorlar. Bir arkadaş, kendi kendine sıfırdan tost makinesi yapmayı deniyor ve 4.5sterline alabileceği makine 1500sterline geliyor. Bir yandan da insanın aklına "tost makinesine ne kadar ihtiyacımız var gerçekten?" sorusu geliyor... Daha neler neler... Evde çikolata yapma makinesi, üç boyutlu yazıcılar, hatta sürdürülebilir toplu konut tasarımları...

Bienal, kafamda periyodik olarak dönen o soruyu yine kızdırdı "ne kadarına ihtiyacımız var?" 


Reklamlar, kola içersek, belli bir marka bulaşık deterjanını kullanırsak, belli standartlardaki belli lükslere ulaşırsak mutlu olacağımızı vaadediyorlar. Yiyeceklerimizi, hormon basılmış veya tenekelere sıkıştırılmış bir şekilde süpermarketten alıyoruz. Daha önceki yazımda da bahsettiğim gibi, binalar içinde yaşıyoruz, evden çıkıp arabaya atlayarak plazalara gidiyoruz. Haftasonlarımızı bile alışveriş merkezlerinde geçiriyoruz. Doğayla iletişimimiz neredeyse yok. Bütün gün cep telefonlarından yayın yiyoruz, istemediğimiz işlerde çalışıyoruz.  Bu şartlarda nasıl huzur bulabiliriz zaten... 

İçimizdeki huzursuzluğun ve hatta belki o boşluğun azbuçuk farkındayız ki aksi halde reklamlarından mutluluk satarak bu kadar kazanmazdı firmalar... Biz de o, bize satılırken vaadedilen mutluluklarla avunuyoruz. Fakat ne hikmetse, lüks yerleşim yerlerinde o hayal ettiğimiz mutluluğu yakalayamıyoruz, çamaşırlarımızı o marka deterjanla yıkayınca ailemizdeki sorunlar çözülmüyor,  kola içince deli deli danslar etmeye başlamıyoruz...Stres içinde para kazanıp, bir miktarını çeşitli lükslere harcayıp, belli bir yaştan sonra da içimizde kırılan parçaları tedavi etmek için hastanelerde harcıyoruz...

Ama ben bu düzenin değişmeye başladığını hissediyorum. Artık uyanmaya, kendi üstümüzde daha fazla çalışmaya başladık. Yeni yollar aramaya ve kendi sağlığımıza, mutluluğumuza daha da odaklanmaya başladık...

Özetle, güzeldi Bienal.




11 Aralık 2012 Salı

Anti-Depresyon


Dünya nüfusunun yarıya yakını antidepresan almadan sokağa çıkamıyor. Doğamızdan bu kadar uzakta yaşarken, bunda şaşılacak birşey yok ki…

Evden çık, arabana bin, pencereleri açılmayan 30. kattaki ofisine git, bütün gün havasız bir ortamda çalış, itiş, tepiş ve kakış, öğlen kimin yaptığı belli olmayan yemeklerden ye, sonra akşam kalk arabana bin, yorgun argın evine git. Hani neresinde bunun ağaç, çiçek, böcek, kuş? Doğadan bu kadar uzakta yaşarken nasıl ilaç kullanmadan bu şartlara adapte olalım ki?

2013 yılını, belki hayat şartlarımızda, beslenmemizde, duygusal dengelerimizde değişiklik yapma yılı ilan edebiliriz. Kendimizi iyileştirmeyi, yaşam biçimimizi yenilemeyi öğrenebiliriz.

Şartların esareti altında yaşamaktansa, zihinsel şartlarımız ve şartlanmalarımızdan vazgeçme yılı ilan edebiliriz bu yılı!! Yıllardır temcit pilavı gibi kendini tekrar ederek olagidene bir tekme atıp, konfor alanımızı genişletebiliriz…

  • Değişim her zaman zorludur. Yeni ve alışılmadıktır. Onun için de korkutur. Bu sene bir değişiklik yapın, değişimden korkmayın.

  • Hayatınızda istemediğiniz her şeyi tek tek yazın. Ve onlardan kurtulmanın yollarını arayın.

  • Her bulduğunuz fırsatta kendinizi Polonezköy’e, Sapanca’ya, adalara, doğanın koynuna atın. Doğa ilham verir. Gevşetir. Neşenizi yerine getirir.

  • Yalnız değilsiniz, yardım isteyin : Çocukluğumuzda hep “annem nasıl olsa evde, bana bi’şey olmaz!” duygusu içinde yaşardık. Sonra yokolup gitti o duygu… Yapayalnız kaldık koskoca alemde. Korktuk. Doğanın güçlerine tekrar sarılabilirsiniz. Meleklerden, Tanrı’dan (ya da evrenden, Allah’tan, nasıl isim veriyorsanız) yardım isteyebilirsiniz.

  • Bu değişim yollarında, yaşam koçları işinizi görür. Size doğru soruları sorar, en güzel u dönüşü yapmanızda size ışık tutarlar.

  • Birkaç dostunuzdan sizinle ilgili sevdikleri özellikleri bir kağıda yazmalarını isteyin. Bu yönlerinizi hiç unutmayın. 

  • Kükreyin. Evet evet, kükreyin. İçinizdekileri boşaltın, incilerinizi dökün. İster tüm hayalkırıklıklarınızı bir kağıda yazın ve kendinize saklayın, isterseniz arayın konuşun kiminle derdiniz varsa.

  • Hayatımızı oyalanarak, kendimizden kaçarak geçiriyoruz çoğunlukla. Kafa dağıtıyoruz ama işin derinine inmiyoruz. Yoga, nefes, meditasyon kendinize ayna tutmanızı, özünüze inmenizi sağlar.

  • Güvendiğiniz, sizi iyi tanıyan birkaç dostunuzdan sizi eleştirmelerini isteyin. Belki kendinize bakınca göremediğiniz yönler var. Özellikle de bizim kültürümüzde sorulmadıkça söylenmez. Oturun, bu sene kendinizle yüzleşin. Onu affedin ve upgrade edin.

Kolay Gelsin! :) 

6 Aralık 2012 Perşembe

Kendinizle Savaşı Kazanan "Siz" Olun...

 
Eski zamanlarda insanlar gerçeğe uyanacak diye öyle uluorta meditasyon öğretilmezmiş. Gizli bir bilgiymiş meditasyon. Bugünlerde hepimize açık, fakat faydalananımız pek az. Brokkoli de çok faydalı sonuçta ama kaçımız yiyoruz acaba? 

İnsanın içinde, doğru olanı "bildiği halde yapmama" gibi bir sabotaj mekanızması var. "Şeytan" o işte. Bizi yakan, keşke'lere sürükleyen ses... Yenmesi ancak "irade" ile mümkün olan, depresyondayken ve enerjimiz düşükken sesini hep dinlediğimiz uyuz kişiliğimiz. Yüksek volümlüdür o ses, vicdanın sesini kısar, avaz avaz ötesine geçer bebek iç sesimizin. 

Kilo vermek istersin arsız arsız "pasta yeeee, çukulatadan da yeeee" diye bağırır.
İş başarını arttırmak istersin bir başka viyaklar "Amaaan senden de bi' nane olmaz, kapat bilgisayarını" 
Depresyondan çıkmak istersin, yatağa bağlar seni.

O kadar zeki, sinsi ve derinden gelir ki, bir parçamız sanırız onu. Her yıl aldığımız "Yeni Bir Ben!" kararlarından döndüren sestir o. "Vazgeeeeeeeç..." 

İlk "Hayır"dır bize zor olan. 
İkinci "Hayır" biraz daha kolay olur. 
Üçüncü "Hayır!"da direnci kırarsınız...Havası kaçar...Sönük lastik gibi fısssss... 
Dördüncü "Hayır!" da savaşı kazandınız demektir, artık sesi kısılır, iyice ezik kalır dayak yemiş gibi... 

Kendinizi yendiğiniz, "kuantum" (!) sıçradığınız andır işte o. 

Meditasyon, "hayır!" demeyi kolaylaştırır. Yoga ve nefesle, kendinizi dinleyerek ve "o"nun hakkında bilgi edinerek, onu sağlam alt etmeye başlarsınız. Zihninizi gözlemleyerek, kendinize inanarak ve herşeyden öte ve önemlisi, "irade"nizin gücüyle yenebilirsiniz onu.
 

3 Aralık 2012 Pazartesi

Her Koşulda "Mutluluk"


Her koşulda mutluluğu yazacağım bugün. Mesela bir pazartesi sabahı...İşinden memnun değilsen, hadi gel de mutlu ol!

Aslında pek çoğumuz mutlu hissetmiyoruz kendimizi. "İyiyim"ler hep "kötü değilim", "normal olmayan birşey yok" anlamında. Yoksa, "kendimi harika hissediyorum; hergün, günün bana yapacağı güzel sürprizlere uyanıyorum; kendimi müthiş zinde, sağlıklı ve enerjik hissediyorum. Hep içimden şarkı söylemek geliyor ve yaşadığım her ana şükrediyorum," anlamında bir "iyiyim" değil bizimki... 

Bunun sebebi bana sorarsanız, mutluluğun yerini bize yanlış tarif ettiklerinden. Hep objelerin geçici heyecanlarına kapılarak mutlu olacağımızı sandık ve sanmaya devam ediyoruz. Şık bir araba, Etiler'de bir ev, lüks restaurantlarda yemekler, zengin bir eş, pahalı mücevherler... 
Ya da, iş/kariyer tatmini, iş büyütme... Öyle olsaydı, çok değerli Metin Bobaroğlu'nun her zaman dediği gibi; sınırsız bir malvarlığına, asla kaybetmeyecekleri bir üne, şan ve şöhrete sahip olan İngiliz kraliyet ailesinin tüm bireyleri şen şakrak karakterler olurlardı...

"Ha gayret şu da geçsin de, mutluluk o kapının arkasında işte..." Ve o geçecek olan liste uzaaar durur... "Çocuk okula girsin de, yok işler bir toplansın da, eşimin ameliyatını da atlatalım da..." Hep peşinden koşulan ve asla varılabileceğine inanılmayan bir vadide "sonsuz mutluluk"... Anlık, ağzımıza bal çalıp kaçan ve bizi sonsuz varlığının oralarda bir yerde olduğuna inandıran... Koşullar düzelmedikçe yakalanmaz bu mutluluk...

Evet, zihnin koşulları düzelmedikçe yakalanmaz. Mutluluğa kavuşmak istiyorsak, buna karar vermek zorundayız. "Ben mutlu bir birey olmaya karar veriyorum." Ondan sonrası iplik söküğü gibi gelir!!
  • Tüm şikayetlerinizi çöpe atın ve çözümler üretmeye başlayın. Tek başınıza üretemiyorsanız, yardım alın. 
  • Sri Sri Ravi Shankar "meditation is the commitment to be happy" diyor. Meditasyon yapın. Meditasyon, kendinizle ilgili pekçok şeyi farketmenize ve kolayca değiştirebilmenize ayna tutar. 
  • Sağlıklı kalmaya bakın. Zihin, beden ve ruh sağlığınızı koruyun. (Yoga&Ayurveda 101)
  • "Tuesdays with Morrie" Mitch Albom'un, hastalığıyla başa çıkarken,  mutluluğundan ve verimliliğinden ödün vermemeye bakan Morrie'nin (gerçek) hikayesi üstüne yazdığı kitap. Okumanızı ya da filmini izlemenizi öneririm.  
  • Filmlerde küllerinden doğan karakterleri hayranlıkla izliyoruz. Başımızdaki her "bela" bizi küllerimizden doğurmak için. Bu noktayı  çoğunlukla atlıyoruz. 
  • Yaşamak için bir amacınız var mı? Hedefleri insanı dinç tutar. Duygusallaşıp, işler yolunda gitmediği zaman kolay kolay vazgeçmez. Yıkılmaz. Kendinize hedef(ler) belirleyin. Onlara doğru koşun. 
  • Yılda kaç kere konfor alanınızı kendi arzunuzla terk ediyorsunuz? Konfor alanı demek sınır demek. Sınırlarınızın dışına çıkıp kendinize meydan okuyor musunuz? İnsan, konfor alanının dışına çıktıkça, sınırlarını aştıkça mutlu olan bir varlık. Hep aynı güne uyanmak insanı depresyona sokar...
  •  İşe yarıyor musunuz? Bir gün içinde kaç kişiye faydanız dokunuyor? Kendinize faydanız var mı herşeyden önce? 
  • Hırs, kin, nefret, kıskançlık duygularından arınmaya odaklanın. Bu duygular sizden başkasını hasta etmez. 
  • Ne için şükran dolusunuz? Hiç listesini yaptınız mı? Yoksa hep talep mi ettiniz hayattan?
  • Gandhi kendi koşullarında mutluymuş mesela. Amélie filmini izlediniz mi? Sıkıcı ve gayet sıradan görünen hayatının içinde ne kadar oyunbaz ve mutlu... Mutluluk varılacak bir nokta değil, bir zihin durumu. 
  • Sonsuz mutluluk, her koşulda kendine mutluluk payı çıkarabilen, net, saf ve berrak bir zihne sahip oldukça yakalanıyor. Bu da erenlere göre; kendini yaradan'la birleştirme yolunda yürürken, varlığın kutsal bilgisini içine çektikçe, aşkın acziyeti önünde egonun kara duvarları yıkıldıkça, yavaş yavaş üstüne siniyor insanın...

29 Kasım 2012 Perşembe

Bekar Mutluluk

TEK Mİ ÇİFT Mİ? 


Bazı kadınlar bekar bekar gayet de mutlular. Yakın zaman önce çok sevdiğim bir arkadaşımla konuştuk, bana dedi ki: "Ya Arzu, ben böyle çok mutluyum ama evlen evlen diye tutturuyorlar!" 

Ben de kendi kendime söylendim, "erkekler avlansın, kadınlar evlensin, oh ne ala memleket!" Rahmetli anneanneme göre, "erkekler evde kalmaz!"... Ama kadınlar hemen everilmeli...

Biz herkesin işine burnuna sokan bir kültüre aitiz. Kimine göre iyi birşey bu, kimine göre hiç de iyi değil. Orası tartışılır ama şurası kesin ki, komşu Ayşe Teyze'nin de, üçüncü göbekten amcaoğlu Hilmi'nin de senin hakkında söyleyecek birşeyleri vardır!..

Hele ki artık belli bir yaşa gelmiş genç bir kadınsanız, başlı başına konu sizsiniz demektir. "E kızım evlen sen artık." Yahu ben belki evlenmek istemiyorum, sana ne!? Belki ben mutluyum bekar halimle!? 

Sanki "kadınlar gerçek mutluluğa ancak evlenince ve çocuk doğurunca kavuşurlar" gibi bir 80'ler yaklaşımı içinde olmamız beni biraz irrite ediyor doğrusu. Çoğu kadın evlenmek istemiyorsa bile, bunu dillendiremiyor. Evlenmek istememek sanki hastalıkmış gibi muamele görüyor ya, ben buna üzülüyorum. 

Hadi evlenmek istedin, öyle kolay mı kafana göre birini bulmak? Sanki pazara gittin, "üç kilo elma, bir de iyisinden 80 kilo koca tart sen bana."

Bir de evlenmek çok matah birşeymiş gibi gazlayanlara sorsanız, kaçının evliliği tıkırında acaba?


Diğer taraftan da benim gibi, her daim telli duvaklı gelin olmayı hayal edenler var. Her ne kadar içime dönmüşsem, sürdürülebilir meditatif bir hayatı benimsemişsem de, "ruh eşimi bulmadan olmaz" diye tutturdum. Tamam mutluyum huzurluyum da, herşey O'nsuz biraz yarım...

Uzun bekledim, kolay olmadı ama illa inandım geleceğine, söke söke aldım kocamı. Her yolu denedim gelsin de sevsin beni diye, şöyle : 
  • Bir gün, başkalarını kıskanmayı bırakıp, beyaz atlı prensimin orda bir yerde olduğuna fazlasıyla inandım.
  • Zırlamayı kestim, harekete geçtim : İstediğim adamın bütün özelliklerini altalta yazdım. Bütün onda olmasını istediğim değerleri, nitelikleri, hali tavrı, ne yer ne içer, nerde gezer, hepsini...
  • Odama çiftler için bir sunak (altar) hazırladım. Hergün başında mutlu ve huzurlu bir ilişki için mum yaktım dua ettim. Sunağıma mutlu bir fotoğraf yerleştirdim.
  • Kendi iç dengelerimi yerine oturtmaya odakladım. Ben dalgalıysam, illa ilişkim de dalgalanacak. (Genellikle beyaz atlı prensi bekleriz ama beklediğimiz kişi geldiğinde pamuk değil yamuk bir prenses olduğumuzun farkına varırız ya...) 
  • Zaten iç dengelerim yerine oturduğunda, Çağrı'nın son bir senedir zaten hayatımda olduğunu farkettim...İki sene flört ettik, iki sene beraber yaşadık, bir sene nişanlı kaldık, tanıştıktan beş yıl sonra da evlendik. :)

27 Kasım 2012 Salı

"Aracı Çakmadan Frene Basmak"


Hiç dikkat ettiniz mi, "Kaza yaptım" diyen azdır, genellikle "araç kaza yaptı" denir. Sanki terminatör bu! Kendi kendini kullanmıyor ya...

Sonra efendime söyleyeyim, "patron manyağın teki", "bizim hanım devamlı söyleniyor", "ekipte iş yok", "kocam dıngıl", "çocuk hiç ders çalışmıyor"... Sen de sütten çıkmış ak kaşık! Hep şikayet, hep bahane, hep aynı sabahlara uyan dur.

Yalan mı ya? Bir kere de değişik bir cevap ver di mi yani? Sürekli söylenen patrona kızmak yerine bir gülümse, ekip arkadaşlarına çatmak yerine onlara abilik/ablalık et...

Tamam yapacaz ama gram tahammülümüz yok ki! Yorgun, argın, biraz da çaresiziz... Hem kendimizden sıkılıyoruz, hem ona kızıyoruz, hem de işin içinden çıkamıyoruz.

Kendi kendimize beş dakika durup bir düşündüğümüz zaman o kadar çok şeyi değiştirmek gerekiyor ki belki, korkup düşünme sürecini hemen kesiyoruz. Kafayı dağıtmak gerek, içmeye çıkıyoruz...

Kendinizi bu durumlarda buluyorsanız, bir meditasyon kursuna katılın. (Bu cuma akşamı biz Fenerbahçe'de başlıyoruz mesela) Başkalarını ve olayları bırakıp bir kendinizle tepişmeye & sevişmeye başlayın...

Kafayı boşaltmak gerek. Çok dolu kafalar... Net düşünemiyoruz. Olayların içinde tepinip duruyoruz ama dışına çıkamıyoruz. Meditasyon, zihninize netlik kazandırır. Berrak bir aynadan ise hayat çok daha farklı görünür...

EYVAH SINAV VAR!


Kafanı yataktan kaldırdın mı stres başlar. Küçük çocuklarda her sabah okula giderken “eyvah öğretmen işaret parmağını bana çevirip, “sen!” diyerek tahtaya çağırırsa" stresi,  büyük çocuklarda özellikle sınav dönemi “ya çakarsam?” stresi, çalışanlarda “of yine bu patron” stresi, patronlarda da “paraları nasıl şirkete sokacaz da merdaneyi döndürecez” stresi…

Bugün objektifi (sınav dönemleri çünkü) üniversite ahalisinden yana çevireceğim.
Sınav dönemi öğrenciler yürüyen birer baruta dönüşebilirler. Gayet doğal, çoğumuz geçtik o dönemden. Şimdi bu yürüyen barutu ateşe yaklaştırmamak lazım. Patlar. Yani bu ne demek, yürüyen diğer barutlardan uzak durulacak.  Kim bu barutlar? Sınav dönemi ve hazırlanma sürecinde sizi daha yoğun strese sokan herkesten uzak durun. Bu biiir.

Sınava hazırlanırken ve sınav günlerinden 1 hafta önce iyi beslenin. Tost ayranla ömür de geçmez sınav da. Doooğru esnaf lokantasına! Bol su, taze meyve suları, taze yeşillikler, bol sebze, bol bakliyat, kuruyemiş. Fast food’dan uzak durun ki, kafanız daha çok çalışsın. Allah, iyi beslenince zihin açıklığı verir.

Meditasyon, yoga, nefes biliyorsanız kullanma zamanı! 3 saatte kafanıza giren şeyi 1 saatte sokar. Geriye kalan 2 saatte de mola verirsiniz.

Deli gibi çalışmanıza gerek yok. Sistemli çalışın. Sınava hazırlanırken bile her gün 1 saati laklak için ayırın. Sistem MOLA ister. Mola vermezseniz, ambale olur öyle aval aval kitaba bakarsınız.

Sabahlayana kadar çalışıp sınava hayalet gibi girerseniz büyük ihtimal sınavda kazan gibi bir kafayla tek istediğiniz uyumak olacaktır. Son 1 hafta bariz 8 saat uyuyun. Ne az, ne fazla. Sınavlara son hafta değil 1 ay önceden hazırlanmaya başlasanız iyi olur. İş disiplini konusunda da sonradan yardım eder. 


Babam daha ilkokuldayken ilk yazılı günü okula gitmeyi şiddetle reddettiğimde şöyle demişti: “Aaa, sen ne sınavdan korkuyorsun yahu! Sınav senden korksun!” o kadar benimsedim ki bu sözü sonraları… Her sınavdan önce, tam hazırlanamamış bile olsam, kendi kendime şöyle derdim : “KORK BENDEN!” Kendinizi cesaretlendirin!! 

Elinizden gelenin hepsini yapın. Çalışın, didinin. Ama bunu eğlenerek yapın. Renkli kalemler alın, hatırlatıcı kolaylıklar sağlayın, 2’li gruplar halinde birbirinizi sınav yapın. Herşey karanlık ve kasvetli olmak zorunda değil. İşin içine muzurluk ve eğlence katın. Diyelim anatomi öğreniyorsunuz, ayak parmaklarınızın üzerine kalemle “tarsals” “metatarsals” yazın. Ya da tam böbreğinizin üzerine, tam yerini hatırlamak için böbrek şeklinde çıkartma yapıştırın. Öğrenmek illa aa-alı alaulalı tek tip olacak diye birşey mi var canım?

Ara mı verdiniz? Basın müziği deli deli danslar edin. Hem stresinizi boşaltır hem de biraz kardio olur.

Herşeyi yaptınız mı? Tamam artık. Gerisini bırakın. Mükemmel bir not aldığınızı hayal ederek sınava girin.  Ya olacak, ya olacak! İlk mantranız şu olsun : “I’M GONNA KICK ASS!”

Elinizden geleni yapın ve sınav günü şunu tekrarlayın : “SO WHAT?!” 

Kolay gelsin! Gerçek başarı, sağlığınızı ve mutluluğunuzu her daim koruyabilmek. İster inanın ister inanmayın ama hayatta kimse size “Bu arada senin kimyan kaç?” diye sormayacak.

24 Kasım 2012 Cumartesi

Depresyona Karşı X Sağlıklı Beslenin!!



“MUTLU MUTFAK” ATÖLYE GÜNCESİ

Bugün, ilk “Mutlu Mutfak” Atölyesini gerçekleştirdik! Yukardaki fotoğraf da ortaya çıkardığımız eserin resmidir. Bravo bize! :)

Hem çok keyifli, hem neşeli, hem de paylaşımlarla dolu, hepimiz için son derece öğretici bir atölyeydi.

Sağlıklı beslenmenin püf noktalarını, biraz ayurvedayı, biraz da dünyadaki çeşitli diyetleri konuştuk. Sebze, tahıl, bakliyat ağırlıklı beslenmenin öneminden bahsettik. Birlikte çok sağlıklı ve lezzetli, hem de pratik yemekler pişirdik.

Gözlemlerime göre, Türkiye genelinde et, tavuk, patates, pilav ve hamur işleri ağırlıklı beslendiğimiz. Zeytinyağlılardan da barbunya, pırasa ve yeşil fasulyenin dışına pek çıkmıyoruz. Eğer sizin de diyetiniz buysa ve yorgunluktan şikayetçiyseniz beslenmenizin yetersizliğinden de kaynaklanıyor kuvvetle muhtemel...


Yiyeceklerin vitamini, mineralinin yanısıra bize verdiği bir de pranik değer var. Yaşam enerjisi yani. Bizi mutlu etmesi, enerjik ve neşeli yapması. Yediğimiz her şey hücre bazında “biz”e dönüşüyor. Onun için ne yediğimiz, bizi biz yapıyor aslında.

“Pranik” beslenmek çok önemli, çünkü yiyeceklerden aldığımız enerji, bizi ruhen de beslemeli. 

Pranası yüksek besin (Pırasası değil yahu pranası / Off yine patlattım! Niye tutamıyorum ki kendimi! :)) listeniz aşağıda. Bu sene bunları diyetinize katın, enerjinizin katbekat arttığını görecekseniz. Nasıl pişireceğiniz konusunda ufkunuzu genişletmek isterseniz, önümüzdeki “Mutlu Mutfak Atölye”sine siz de kendinizi katın!!


PRANASI YÜKSEK ALIŞVERİŞ LİSTESİ

AKTAR :
Zencefil, Zerdeçal (Hint Safranı), Muskat, Kişniş, Tarçın, Karanfil, Kimyon (tane ve toz), Hardal Tohumu, Kekik, Nane, Köri, Defne Yaprağı, Deniz&Kaya Tuzu

PAZAR-MARKET :
Her renk mercimek
Her tür fasülye (yeşil, maş, kuru, börülce…)
Bezelye
Bakla
Yulaf (Ezmesi)
Yarma Buğdayı (Aşurelik)
Kuskus 
Bulgur
İrmik
Şehriye, erişte
Makarna (Esmer daha iyi)
Esmer Pirinç
Quinoa (Glutensizdir)
Nohut
Bal (Bulabildiğiniz en Doğalından)
Keten Tohumu
Zencefil (Taze)
Ayçekirdeği ve Kabak Çekirdeği
Ceviz – Badem – Fındık ve Fıstık 4’lüsü
Kuru Kayısı (Siyah olan)
Kuru İncir
Kuru Üzüm
Kaju Fıstık
Avokado (Olgun avokado + Tuz, Karabiber, 1-2 kaşık zeytinyağı, mmmmh!)
Pekmez
Tahin (Çok faydalı bir yağdır tahin)
Pancar
Fesleğen, Nane, Maydonoz, Dereotu, Ispanak, Pazı, Tüm Otlar
Mevsim Sebzeleri (Özellikle : Brokkoli, BalKabak, Kabak, Havuç, Yeşil Fasulye, Taze Bezelye) & Kök Sebzeler
Meyveler


info@arzuozev.com 




23 Kasım 2012 Cuma

İÇİNİZDEKİ DEPRESSİFLE SAVAŞ KIŞI! :))

 
Bu mevsim dönüşleri, tam hasta olmalık, depresyona girmelik, yorgun argın zamanlar.. 


Çikolata, tatlı, sıcak tutacak, iç ısıtacak ne varsa hüpletilesi aylar geliyoooo...
 
Bütün kemikleri ağrır, canı bişey istemez, işe gidesi gelmez, yorgan altı kalakalası, kilo alası gelir insanın...

Kendinizi Bezgin Bekir havalarında buluyorsanız şaşırmayın, yalnız değilsiniz! 

Amaaa bezginlikten kurtaran, enerji veren ipuçlarını aşağıda bulabilirsiniz! :))
  • Tatlı yemek yerine sahlep için. Hatta gidin mısır çarşısından alın, evde kendiniz yapın
  • Unlu, şekerli tatlılardansa bal, pekmezi seçin
  • Yediklerinize çok dikkat edin, ağır ve yağlı yiyecekler, ayran ve yoğurttan bir süre uzak durun. Bol sebze meyve tahıl bakliyat kuruyemiş!
  • Haftada bir sauna, spa, masaj, hamam... ne bulursanız kendinizi içine atın
  • Her gün bir öğünde sadece meyve salatası & meyve suyu için
  • Kendinize kahkaha atacak sebepler yaratın, sebep yoksa sebepsiz yere gülün deli deli
  • Bol bol ama bol su için (enerji verir!)
  • İçinizdeki ses "hayıııır!" diye bağırsa da spora başlamak için en güzel zaman!
  • Yogaya gidin. 
  • Nefes & Meditasyon öğrenin, bize gelin!!
  • Yenilikler yapın! Mesela evinizin dekorasyonuna bir iki ufak şey ekleyin değiştirin, saçınızın rengini, stilinizi değiştirin. Çılgın birkaç parça alın.
  • Kendinizi değiştirin, Art of Living kurslarına katılın! 
  • Kendinize bir yaşam koçu bulun, sizi yargılamadan dinlesin, hedeflerinize ulaşmanızda size koçluk etsin. (Beni de arayabilirsiniz!)
  • Kendinizi yenmeye, içinizdeki sizi yanlışa yönelten seslere yüksek sesinizle "HAYIR!" demeye odaklanın. 
insan kendine karşı verdiği savaşı kazandığı zamanlarda yücelir.
kendini suçlaman geçtiyse zırhını tak, savaşa hazırlan!
  • Hayatın anlamını araştırın. Kimliğinizi sorgulayın. Yaşamdan ne istediğinizi netleştirin. Kendinize 5 yıllık hedefler belirleyin.
  • Size ilham veren yazarların kitaplarını alın, okuyun.
  • Zihninizi, düşüncelerinizi gözlemleyin. Dışarı çıkın ve size neler yaptırdığına bir bakın.
  • Kendinizde sevmediğiniz yönleri değiştirin. Korkularınızla yüzleşin.
  • Yaşama sarılın ve deriiin bir nefes alın!

22 Kasım 2012 Perşembe

"Kilonuzu Sağlama Alın" Serisi


KİLONUZU SAĞLAMA ALIN VOL.1

Sağlıklı olduğunuz kiloyu siz bilirsiniz. Eğer o kilodaysanız ne ala. Sağlıklı kiloda olmanız, sağlıklı besleniyorsunuz ya da yaşıyorsunuz demek değil tabii ki. Kilo vermeniz gerekiyorsa verin, yok gerekmiyorsa yine de hareketli olmak, vücudunuzu sağlıklı beslemekle yükümlüsünüz.

Ha, bugün öyle bir zorunluluğunuz olmadığını düşünüyor olabilirsiniz. İlerde sisteminiz erken iflas ederse, yok romatizmam, yok kalbim aman da ağrılarım, diz kapaklarım, unutkanlıklarım diye başladığınız vakit aklınıza geliverir bu satırlar.

Yoksa şimdiden muzdarip misiniz bunlardan? Yine bile geç değil, yoga yapın, nefes öğrenin, meditasyon yapın, doğru beslenmeye bakın.

Kilo vermeniz gerekiyorsa şayet, ben size yardımcı olabilirim. Fakat benden sadece kilo vermek için koçluk almayın. Bedensel, zihinsel ve ruhsal (holistik)  olarak yaşam biçiminizi ve kendinizi “iyi”leştirmek üzere koçluk alın. İşte bu konuda size sonsuz yardımım dokunabilir.

Kilo vermekse amacınız, hedefinizi belirleyin önce. Kendinizi zorlamaya gerek yok. İlk 2-3 ay kilo vermeseniz de olur. Vücudunuz yeni ritmine alışacak ilk bir kaç ay. Beslenme alışkanlıklarınızı değiştirmeniz gerekebilir. Örneğin York testine göre Türk insanının büyük çoğunluğunun mayaya ve glutene intoleransı var. Gel de ekmeği bırak şimdi taze taze! Ama belki de bu yüzden dombilliyorsunuz?!

Kilo vermek kolay. 10 gün meyve suyu için, ahanda 5 kilo verirsiniz. Ama 2 haftada da şıppadanak geri alıverirsiniz hemen.  Verdiğiniz kiloda kalmak istiyorsanız acele etmeyin. Adım adım. Yavaş yavaş. Harala gürele olmaz bu işler. Vücudunuzu alıştırarak vermek zorundasınız. “Yok ben aceleciyim, hemencecik verivereyim” demeyin. Kilo verirken uzun vadeli düşünün, beslenmenizde tüm yaşamınızı sağlıklı bir hale getirecek alışkanlıklar edindirin kendinize. 

 
KİLONUZU SAĞLAMA ALIN VOL.2 

Deneyimimce hem sağlıklı hem eğlenerek kilo verilebilir.
Bu yazım, özellikle kilo vermek isteyenler için.

Bir kere zayıflamaktan daha önemli birşey var ki o da verdiğin kiloda kalabilmek. Yoksa hepimiz kaç kere verdik verdik, sonra aldık! Sinir olduk, ağladık sinirden. Benim işim uzun vadede, sağlıklı kiloda ve moralde kalacağınız bir yaşam biçimine kavuşmanız için size en çok hitap eden şekilde alışkanlıklarınızı değiştirmenize destek olarak hayatınıza karışmak.

Her zaman bir çıkar yol vardır. Yemeği sevdiğiniz şeylerden intoleransınız ya da alerjiniz olmadığı sürece vazgeçmeniz gerekmez. Neyi ne kadar yediğinizi bilin ve ona göre mideye indirin, yeter.

Çoğu zaman kilo vermek dış görünüşle ilgili olarak algılanır. Böyle olduğu zaman da verilen kilolar şıppadanak geri alınır. Kilo vermek, holistik bir iş. Verilen kilonun kalıcı olması için kafayı da değiştirmek gerek. Yani yemekle aranızdaki ilişki durumunu “it’s complicated”’den, “in a relationship”’e çevirmek. 

Sağlıklı kiloda olmak, kalmak ve böyle bir yaşam biçimini benimsemek, hem zihinsel hem fiziksel hem de ruhsal, yani holistik bir dengede mümkün.

Zayıflamanızın önündeki engeller ne? Çok mu hareketsizsiniz, içkiyi mi seviyorsunuz, abur cuburcu musunuz yoksa kendinizi kaybedercesine mi yiyorsunuz? Yemeği mi çok seviyorsunuz? Gerçekten sevdiğiniz yemek mi yoksa başka bir şeyi mi örtbas ediyorsunuz?

Kilo verirken şunlara çok dikkat etmelisiniz:

-       Kilo vermek icin ne yediğinizden daha önemli bir şey var ki, o da neyi nasıl ve ne miktarda yediğiniz.

-       Moraliniz nasıl? Üstünüzde kırk kilo yük, kafanızda dönen binbir tilkiyle beraber kilo vermek zor. Sadece bedeni değil, kafayı da hafifletmek lazım. (Art of Living seminerlerine katılın!)

-       Olumsuz duygular içindeyken yemek yediniz mi hazmedemezsiniz.

-       İştahınız nasıl? 3000 kalorilik bir diyetten hooop diye 1200 kaloriye düşmemezsiniz bir anda. Zamanla yavaş yavaş mideyi küçülteceksiniz.

-       Sizi ne heyecanlandırıyor? Coşku hissediyor musunuz hayata karşı? Yüreginizi ne hop hop sektiriyor? Vakit ayırıyo musunuz peki aşık olmaya, aşık olduğunuz şeyleri yapmaya?

Bir de şu var ki, şu anki durumunuzdan nefret etmeniz sadece süreci yavaşlatır. Olmak istediğiniz hali sevin ancak şu anki kilonuza da saygı duyun ve kendinizi sevmenizi engellemesin bu durum. Unutmayın ki vücudunuz herşeye rağmen size hizmet vermeye devam ediyor. Şükredin.

Diyet yaparken belli bir disipline gireceksiniz elbet, fakat eziyet çekmemelisiniz. Hareket, beslenme, nefes, yoga ve meditasyon uyum içinde seyretmeli. Niyetliyseniz, başlayalım!

20 Kasım 2012 Salı

Dombili Bambal Danslar :)



En çok kilo vermek istediğiniz zamanlarda, “Ohhh ohhh ne de dombiliyim, iyi ki de dombiliyim!” diye oynayarak dansettiğiniz oldu mu?  Ben böyle oynaya oynaya 12 kilo verdim. Hem dansederek kalori yaktım hem de kendimle eğlendim. Vücuduma aşık olduğum için değil. Ama içinde bulunduğum durumdan nefret etmenin kimseye bir hayrı olmayacağını anladığım için.

Siz kilo vermek isterken, zihniniz, içinde bulunduğunuz bedene hep karşı koyacak, istemeyecek onu. Kilo verirken moralinizin iyi olması çok önemli.
 
Bir şeyi istemediğimiz zaman hep öyle olmuyor mu? Örneğin öfkenize hakim olabilmek istiyorsanız, öfkeli olduğunuz anlardan nefret edersiniz. Hatta öfkeli davrandığınızda kendinizden.

Belki ilk başta biraz saçma gelecek ama hiç, olumsuz gördüğünüz yanlarınıza ya da önyargıyla yaklaştığınız kişilere kucak açmayı denediniz mi? Biraz zor da olsa bence deneyin. O kadar da olumsuz olmadıklarını, illa ki birşeylere hizmet ettiklerini göreceksiniz. Siz onları kucakladıkça, onlar sizi terkedip gidecekler.

Ya da kucaklamayı bir kenara bırakın, kurcalamayın hiç olmazsa.
Her ne ise yaşamınızda kurtulmak ya da değiştirmek istediğiniz şey, üstüne kafa kırdıkça içinden çıkılamaz bir hale geliyor. Bir yandan değiştirmek için elinizden geleni yaparken, diğer yandan tiye alın biraz dalga geçin kendinizle, kas kas nereye kadar öyle değil mi ya?!

Gevşeyin ayol azıcık ne o öyle ciddi ciddi! Rahat olun ki evren de biraz düğmelerini gevşetsin sizinleyken! Evrenle aranızdaki ilişki iki arkadaş ilişkisi gibi, sen gergin gergin "aman da ben niye kilo veremiyorum" diye dolanırsan, o da seni gerer valla hiç veremezsin.

Uzat bi ayaklarını bi rahatla yahu! N’apalım dombillediysen dombilledin, canından mı önemli yahu! Ohhh ... 

Kasık insanları kimse sevmez zaten hep arkasından konuşurlar. 

Nasıl  mı rahatlayacaksınız? Nasıl mı kilo vereceksiniz? Orası kolay...
Dilerseniz beraber planlayalım! :) info@arzuozev.com

19 Kasım 2012 Pazartesi

YAKA PAÇA


İki aşkım...


Bir yanda İstanbul... Yakası paçası dört bir yana ayrılmış, ceketinin düğmeleri birbirine kavuşamayan, oradan oraya koşturan şişman ve hırslı bir kadın gibi bazen...
 
Bazen de deli gibi aşık olduğumu hissettiğim, ışıklarını kalbime kalbime saplayan, Galata köprüsünün üstünden,  aşağıya adeta biri beni aşağı itse huşu içinde bir yaprak gibi savrulacakmışcasına kendimi kaybederek izlediğim şuh kadın İstanbul. 

Delirmiş keşmekeşiyle, gözüdönmüş trafiğiyle, yine de her gününe uyandığımda binlerce şükrettiğim şehir... 


Diğer yanda eteklerinde huzur bulduğum, rahibe Teresa kılıklı Bodrum’um...İçine girdim mi ben yokum sanki... Turkuaz denizlerinde bir dalıp bir çıkıyorum... Kendimden geçiyorum oracıkta...Pembe begonvillerini ruhuma dolamış, çeke çeke efsunlu efsunlu “geeel, geeel” diyor rüyalarımda... 

Ne garip bir çapraz, ne çarpık bir ilişki ikisi arasındaki?! 
Ve benim birbirine tamamen zıt iki şehirdeki garip duygularım! 


* * * 
Zıtlık demişken...

Herkesin birbirini değiştirmeye koşullandığı bir düzenin içinde yaşasak ve herkesi kendimize benzetmeye çalışsak da,  hepimiz aynı olsaydık dünya ne kadar sıkıcı olurdu kim bilir!? Düşünsenize herkes siz gibi... Ne korkunç! İyi yanlarımız, kötü taraflarımızda kör topal birşeylere hizmet ediyoruzdur elbet...

Patronunuzun naletliği belki hayalinizdeki işi kurmuya itti sizi ve bugün çok mutlusunuz bu yüzden. Gidip elini öptünüz mü? Bilmeden size ne büyük iyilik etmiş aslında!

Ya da geçmişinize dönüp baktığınızda kankalarınızla ettiğiniz laklak mı sizi güçlendirdi yoksa düşmanlarınızın tetikte tutması mı sizi?

Belki kulağınızı büküp size gerçekleri söyleyenleri hayatınızdan fırlatıp attınız ama can acınızdan tekrar doğmadınız mı?

Bir şeye kötü derken, tekrar düşünün... Belki sizin hiç bilmediğiniz ışıl ışıl bir yere itekliyordur sizi...

 

 

16 Kasım 2012 Cuma

NE EKSİK?


Ev, araba, iş, arkadaşlar, aile, para...
Herşeyiniz var ve yine de mutsuz musunuz?

Çok doğal, çünkü ruhumuzun besin değeri yüksek besinlere ihtiyacı var ve biz ona bunu sağlayamıyoruz. Biz Afrika’daki açlığı görünce üzülüyoruz ancak en büyük açlık ve her şeye sahip olsak da o boşluk bizim de içimizde.

Erenler, alimler, üstadlar, maneviyatı yüksek zatlar da aynı bizim Afrika’dakilere üzüldüğümüz gibi üzülüyorlar açlığımıza. Onlar da bizim ruhumuzu beslemek üzere kolları sıvamış, harıl harıl çalışıyorlar dünyada, biz bir lokma ruhsal vitamin alalım diye.

Çocuklara baktığınızda neşe, mutluluk ve masumiyet görürsünüz. Kendileriyle bağlantı halinde hareket eder çocuklar. Fakat sonra bu bağ kopar ve yapayalnız kalırız dünyada. İçinde yaşadığımız sistem, bize kendimizi hatırlatmak ve tüm potansiyelimizi hayata geçirmek üzere değil de, baskı, dayatma ve korku temellerine dayalı olarak kurulmuş bir sistem olduğundan kolayca unutuyoruz kendi gerçeğimizin inanılmaz hafifliğini...

İşte insanın dünyadaki yolculuğu bu kendiyle arasında kopan bağları tekrar kalbine dolamak, hafiflemek ve hayatı yine bir oyun gibi yaşamayı hatırlamak, zihnindeki prangaları ve kısıtlamaları kırmak üzere. Tıpkı internete bağlanmak gibi, üstadlar dekoder, yoga, nefes, meditasyon teknikleri ve özbilgisi ise şifreler.

Takın, çalışsın! :) 

15 Kasım 2012 Perşembe

ÖZGÜRLÜKLER ÜLKESİ


Özgürlükler ülkesi bizim ülkemiz!  Özgürlüğe nasıl baktığına bağlı olarak, mesela mecliste tavana çiğ köfte atma özgürlüğü var. E daha bi' dolu özgürlükler var.. Kafa bozuldu mu bir yumruk patlatma özgürlüğü, bağırıp çağırma özgürlüğü, kadınları susturma, pusturma ve aşağılama özgürlüğü...

Ammaaa konu ifade özgürlüğüne geldi mi, orda dur! Kendini ifade etmeye kalkan hapse giriyor yıllardır. Politikayı, medyayı geçtim, halk arasında da müthiş bir “Aman söyleme şimdi ayıp olur”, “sus yahu idare et işte”cilik had safhada... Bence Osmanlı’dan miras kalan alışkanlıklardan...

E ne oldu? Söylemedin, içinde biriktirdin biriktirdin, gittin sonra dedikodusunu yaptın orda burda. E, o daha ayıp!..Söyleyecek neyin varsa uygun bir dille söyleseydin ya içinde patlayacağına onca mesele...

Dedikodunun iyi birşey olmadığını çoğumuz bilsek de gerçekleri söylemekten korkuyoruz çoğu zaman. Bence dedikodu sigara içmek gibi. Kurtulamadığın bir zehri, zehir olduğunu bile bile bırakamıyorsun, içine içine çekiyorsun.

Söylemek istediğini nasıl ifade edeceğini bilmeyen ve buna alıştırılmamış insan, içini muhattabına boşaltamayınca dedikoduya sarıyor. Aslında bana sorarsanız dedikodu, “bu insan tükaka” demek değil; aksine, “hakkında konuştuğum insanı üstünde konuşarak vaktimi geçirmeye değer buluyorum” anlamına geliyor. 

İnsan kendi hayatında anlam bulamayınca, başkalarının yaptıklarından anlam çıkarmaya ve değerlerini ona göre belirlemeye çalışıyor sanki. Böylece hem daha çok dedikodu yapıyor hem de kendisi hakkında söylenenlerle ömrünü heba ediyor.

Hayata nasıl “anlam” yüklenebilir? ANLAM yaz 2230’a gönder! (Of ya çok kötüydü bu!..)

Hayata anlam yüklemek “işe yaramak” ilkesiyle hareket etmek bana sorarsanız.  Bir ideal ve değerler üzerine kurulu bir hayat seçmek kendine.. Her sabah o motivasyonla uyanmak : “Bugün birşeyleri daha iyiye götürmek için ben ne yapabilirim?”

Doğayla mı ilgileneyim, sanatla ya da insan haklarıyla mı, kadın konularını mı ele alayım yoksa çocuklarla ilgili birşeyler mi yapayım? Bir yerlerde gönüllü mü olayım...Dikkati oraya yönelttik mi konu çok!..

Bir işe yaradığını, iyi bir amaca hizmet ettiğini hissetti mi ne kimsenin ne dediğine ayıracak boş vakti olur insanın ne de söylenenler karşısında ölüp ölüp dirilir bana sorarsanız...